Andres, toplum tarafından uygun görülmeyen şeylere bağımlı, zira hayatında bağımlı olabileceği başka bir şey yok.
Pierre Rochelle’e ait romandan sinemaya Joachim Trier tarafından uyarlanan, kalabalık içindeki yalnızlığı birtakım varoluşsal sorularla bize sorgulatan bir film ile karşınızdayım.
Uyuşturucu bağımlısı bir adamın rehabilitasyon merkezinden 24 saatliğine çıkıp, doğup büyüdüğü Oslo’yu ve arkasında bıraktığı insanları ziyaret edişine tanıklık ediyoruz. Bir olay örgüsü etrafında gerçekleşenlerden çok, Andres’nin farklı şeylerde tekrar bulmaya çalıştığı, içinde yarım kalan anlam arayışını seyrediyoruz. Belki bir insanda, bir partide, bir maddede veya bir anda arıyor hayatın anlamını Andres.
Danielsen Lie’ın cümlelerden yoksun olduğu sahnelerde bile beden diliyle izleyiciye çok fazla şey anlatan oyunculuğu, filmin sinematografisiyle birleşip tatmin eden sahneler veriyor bizlere.
Film boyunca Andres’nin yüzündeki gülümseme ve kaygı ifadelerinin arasındaki geçişler, karakterin bazı anlarda hayatı yaşamaya değer bulup, sonra hayatın gerçeklerine, o anın bitip her şeyin yine kötüleşeceği fikrine tekrar çarpışını gösteriyor. Karakterin film boyunca umut ve vazgeçiş arasındaki bu ince çizgide sendeleyişi aynı zamanda felsefi bir doygunluk veriyor izleyenlere.
Asıl sorun Eroin değil ki zaten. Halime bak, 34 yaşındayım ve hiçbir şeyim yok.
Ana karakterimizi dünyaya ve kendisine yabancılaştıran iç savaşının temelinde bir kimyasaldan öte, ‘’Belirli bir yaşa geldiğinde evlen, çocuk sahibi ol ve düzenli bir işin olsun’’ zihniyetinden çıkan sosyolojik bir baskının ele geçirdiğini görüyoruz. Eroin mi daha zehirlidir, yoksa toplumda bu şekilde yer edinememek mi? Burada ‘’hiçbir şeyim yok’’ ifadesiyle Andres’nin sahip olmadığını belirttiği şey maddi bir varlık mıdır, yoksa yukarıda belirttiğimiz, toplum tarafından kabul gören, paket halinde bize sunulan o yaşam mı?
Tam bu sırada Andres’nin yanında bulunan çocukluk arkadaşı; bütün bunlara sahip olduğunu, lakin mutsuz bir hayat geçirdiğini belirtiyor. Bu noktada tekrar düşünmemiz gerekiyor. 35 yaşlarına geldiğinde bu döngüyü bir şekilde başarmış her insan kendi yolunu bulabilmiş, kendisine varlığını kanıtlayabilmiş midir cidden? Yoksa kendi özel yollarını bulamadıkları için başkaları tarafından hazırlanıp önlerine paket halinde sunulan bu döngüyü yaşayıp asıl kaybolmuş olanlar mıdır? Mutluluk bu paketin içinde mi gizlidir?
Varlığımı bir kalemde sildin.
Andres, arkadaşının yaptığı yazarlık işinin de, bir baba olmasının da kendisi için ilgi çekici değil; sıkıcı bir hayat olduğunu belirtip hayatını eleştirdikten sonra arkadaşı ona, ‘’Varlığımı bir kalemde sildin’’ şeklinde bir yanıt veriyor. Bir baba, bir eş ve bir yazar rollerini hayatından çıkardığımızda insan çıplak kalıp var olmadığını düşünüyorsa, bu sosyal statülerin haricinde kişi var oluyor mudur cidden? Yoksa bu statülerin getirdiği sıfatların arkasına sığınıp, yarım kalmış bir hikaye olarak mı yaşamına devam ediyordur?
Bütün film boyunca en sevdiğim sekansa tanıklık ediyoruz. Andres, bir kafede tek başına oturmuş; sessiz bir şekilde insanları dinliyor, gözlemliyor. Benim kendimi gördüğüm, çok özleştiğim bu sahnede; Andres’nin kalabalık içindeki yalnızlığını, içinde kendisine bir türlü yer bulamadığı o kalabalığı anlama çabasını, merdümgiriz karakterinin toplumla arasına çektiği ince çizgiyi dışarıdan seyredişine tanıklık ediyoruz. Masalarda oturan yabancı çehreleri gözlemleyip sessizce hayatlarını dinliyor başka insanların. Camdan bakıp dışarıda hızlı adımlarla bir yerlere yetişme çabasında olanları gözlemliyor, sağ ayağın sol ayağı takip ettiği bu aceleci adımların arasında bir anlam arıyor. Hayat, bu kadar aceleyle yaşanacak kadar güzel bir şey midir gerçekten?
Karşı masadaki bir kızın hayatta yapmak istediği şeylerin listesini dinliyor ardından. ‘Evlenmek, bütün dünyayı görmek, ideal kilomu korumak, bir ağaç dikmek, sevilmek istiyorum..’ Yönetmenin modern insan portresi çizdiği bu sahnede belki de kendisini onların yerine koyarak onların yaşam isteklerini tatmak, insanları anlamak istiyor Andres.
Teslim Oluş
Her şeyin sonunda; geri dönülmemiş bir telefon, girilmemiş bir havuz ve son kez çalınmış bir piyanonun ardından Andres’nin belki de hiçbir şeyde bulamadığı o anlama teslim oluşunu görüyoruz. Andres’nin yürüdüğü sokakları, oturduğu parkı, balkonu ve girmediği havuzu Andres’siz gördüğümüz anda; bir insanın yokluğunun hiçbir şeyi değiştirmediğini ancak varlığının bir fark yaratabileceğini görüyoruz.
İnsan kendini yok etmek istiyorsa, toplum bunu yapmasına izin vermeli.
Harika bir kritik olmuş Çağla!